Herkesin doğuştan kör olduğu bir ülke düşünün. Bu ülkede kimse gerçekte dışarıda ne olduğunu bilmediği için dokundukları, hissedebildikleri, duydukları ile oluşturdukları dünya resmine göre yaşıyor, herşeye dokunup şeklini anlayamayacaklarına göre, bir başkasının, çoğu zaman da konu üzerinde otorite saydıkları birilerinin resimlerini kabul ederek onu gerçek sayıyorlar. Gel zaman git zaman ülkelerine daha önce hiç elleyip dokunmadıkları, bilmedikleri bir şey geliyor: Bir fil bu. Tabi her zihinsel kapasitesi gelişmiş ve çevresi ile fayda/tehlike ilişkisini kurabilmiş insan topluluğu gibi, bu ülke insanları da hemen bu filin ne menem bir şey olduğunu araştırmaları, gerekli verileri toplayarak fili kavramsallaştırmaları için kendileri de kör olan uzmanları bu fili incelemeye ve filin neye benzediğini bildirmeye gönderiyorlar. Gerçekten de çok önemli ve hayati bir görev bu, çünkü bütün insanlar bilim adamlarının raporuna göre kollektif enerjilerini mobilize edecekler, harekete geçecek ve fille temas ve ilişki kuracaklar, faydalanabilecekleri bir şey mi, yoksa korunmaları gereken bir şey mi? Yani her insanın yeni karşılaştığı şeylere yaptığı gibi, yiyecekler mi, yoksa kendisinden korunacak veya ortadan mı kaldırmaya çalışacaklar, ona karar verecekler. Bir şekilde fil konusundaki ortak resimlerini oluşturmaları için bu kör uzmanlara güvenir durumdalar.
Uzmanlar filin bulunduğu alana ulaşıyorlar, her biri fili incelemek için çevresindeki yerini alıyor, ve araştırmalarına başlıyorlar. Filin kuyruğunu tutan uzmanın tuttuğu not, filin ucunda püsküller olan uzunca bir kordona benzediğini söylüyor. Kulağını yakalayan diğer uzman, filin yassı ve ince olduğu, ve kolaylıkla hava yelpazelemek için veya branda bezi olarak kullanılabileceği görüşünde ısrarcı. Diğer bir uzman filin bacağına yapışmış, bu ağaca benzeyen, ancak iyi huylu ve muhlis bir ağacın aksine zaman zaman, hem de hiç beklenmediği bir zaman yukarı kalkıp büyük bir güçle inen bu nesnenin yol açabileceği zararların nasıl bertaraf edilebileceğini düşünüyor. Diğer bir uzman ise bu hortuma benzeyen varlığın ilginç yapısını keşfetmenin heyecanı içinde kaybolmuş durumda.
İşte psikoloji ve sosyal bilimlerde, hatta mikro ve makro boyutları ile ele alındığında fizik gibi müspet bilimlerde süregelen ve bir türlü sonuca ulaşmayan tartışmanın kaynağı belki de bizim de böyle bir körler ülkesinde yaşıyor olmamız. İçinde liderlik, yönetim, performans yönetimi konuların da olduğu bir çok alanda herkes kendi tuttuğu noktanın bir fili yemeye başlamak için en uygun nokta olduğu iddiasında, ve biz dünyanın her yerinde bir araya gelerek bu fikirlerden hangisinin daha doğru olduğunu, hangisinin diğerlerine üstün olduğunu tartışıp duruyoruz insanoğlunun o onulmaz “tek doğru” arayışı içinde, entellektüel olarak öyle bir tek doğrunun insan hayatında nadiren görüldüğünü bilsek de, defalarca deneyimlemiş olsak da.
“Tamam da”, diyebilirsiniz, “filin bütününü görebilmek mümkün mü ki! Körsek bu bizim suçumuz mu?” Tabi ki hayır, bu anlamda “körlük” yani farkındalık eksikliği, insan olma deneyiminin en doğal parçalarından biri. Ancak problem, kör olmakta değil, bir tek kendimiz dışında herkesi kör sanmakta. Eğer yaptığımız şeyler işe yaramıyorsa, istediğimiz sonuçları alamıyorsak büyük ihtimalle bunun nedeni filin şu anda tutmakta olduğumuz yerini yeterince iyi, yeterince sıkı ve yeterince doğru araçlarla tutamamamız değildir. Başka parçalarını da, başka görüş açılarını işe katmak lazım belki de!
Hani Nasrettin Hoca kadılık yapıyormuş. Birbirinden davacı iki kişi çıkmış huzuruna. Taraflardan birisi anlatmış derdini önce. Adamı dinleyince hoca “haklısın” demiş. Diğer adam anlatmış bu sefer durumu. Onu da dinlemiş hoca, ve ona da “haklısın” demiş. Olaya kulak misafiri olan karısı dayanamayıp “bey, bu nasıl kadılık, her iki adamı da dinledin, ikisine de haklısın dedin, böyle kadılık mı olur?” deyince, Nasrettin Hoca “ya hatun, sen de haklısın” demiş.
Bir süredir sosyal bilimler, psikoloji, ekoloji, kurumsal yönetim ve kişisel gelişim aşanlarında süren bir çaba da aynen Nasrettin Hoca gibi hiç bir insan oğlunun yüzde yüz hatalı olma kapasitesine sahip olmadığı varsayımı ile yaklaşarak farklı bakış açılarını bir araya getirmeye çalışıyor: Bütünsel, İntegral yaklaşım ekolu. 70li yılların ortalarında başlarını Ken Wilber, Don Beck ve Chris Cowan gibi felsefeci ve akademisyenlerin çektiği bu akım, yönetim ve diğer sosyal bilimleri tek boyuta indirgemeye çalışan, parçaları birbirinden ayırarak analiz etme yöntemini benimseyen geleneksel yaklaşımların yanında farklı bir çok gerçeği bir araya getirmeye çalışıyor. Yani kendinden öncekiler gibi, fille ilgili farklı veri ve görüşlere sahip kişilere, “siz hepiniz körsünüz, bir tek benim gözlerim açık” demek yerine “hepimiz körüz aslında, ve hepimizin gördüğü resmin görebilme kapasitemizle ve dikkarimizi nereye yönlendirdiği ile kısıtlı ufak bir parçası. Ancak bütün bu farklı resimleri bir araya getirirsek acaba gerçek resmin bütününe doğru daha fazla yaklaşabilir miyiz” sorusu ile yola çıkmış bir akım.
Bu akımın teknik detaylarına girmek için tabi ki yerimiz kısıtlı, ve bu yer doğru yer değil. Ancak kısaca ele aldığı herhangi bir alanda üretilen ve çoğu zaman çelişkili, hatta birbiriyle savaş halinde gibi gözüken bir çok görüşün birbirlerini nasıl tamamladığını başarıyla ortaya koyan ve son dönemde ekoloji, hukuk, yönetim bilimi, psikoloji gibi bir çok alanda çok etkin uygulamalar üreten bu akım, kişisel ve kurumsal gelişim uygulamalarında da çok etkin sonuçlar elde edilmesini sağlıyor. Bizim de özellikle kurumsal uygulamalarınızda en önemli lenslerimizden olan bu akımı kendi yaşamımıza uyarlamak için ilerdeki yazılarımda daha da inceleyeceğimiz şu önermeler üzerinde kafa patlatmakla başlayabiliriz:
– İster bireysel yaşamdan bahsedelim, ister kurumsal yaşamadan, hiç bir zaman resmin tamamını göremeyeceksiniz.
– Resmin şu an için göremediğiniz tarafı, siz ilerlemeye, sonuçlar elde etmeye, istediklerinizi gerçek kılmaya çalışırken başınıza iş açacak.
– Resmin şu anda göremediniz parçalarını görmek için göstereceğiniz çaba, kurumsal ve bireysel performansınıza resmin halihazırda görebildiğiniz taraflarında daha etkin hale gelmek için göstereceğiniz çabadan çok daha olumlu katkıda bulunacak. Yani Nasrettin Hoca’nın karanlıkta kaybettiği anahtarını aydınlıkta araması gibi bildiğiniz şeyleri daha da iyi yapmaya çalışmanın yanında, karanlığa girmeye cesaret ederseniz iyi edersiniz!
– Dikkatinizi resmin hangi tarafına yöneltirseniz orada değişim ve gelişim sağlayacaksınız. Ne demiş atalarımız, bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur.
Bu dört kuralı aklımızda tutarsak, belki de bir gün tuttuğumuz şeyin fil olmadığını, onun sadece bir parçası olduğunu, ve sadece bu tarafından tutmanın bazen hiç tutmamaktan daha da zararlı olduğunu, ve “bilen” olmaktansa “öğrenen” olmanın yaşamda daha etkin bir strateji olduğunu fark etmemize neden olabilir.
Dostcan DENİZ / gelisengenc.com
çok iyi bir yazı teşekkürler
MERHABALAR KONU DIŞINDA BİR MESAJ OLACAK FAKAT MARTI BU ARALAR ÇOK KÖTÜ HİSSEDİYOR KENDİSİNİ UÇAMIYOR ADETA
YOKSA SİZLERİ UNUTMAK NE MÜMKÜN
Tam umutsuzluga kapılmısken bır fenerle yol gosterdgınız ıcın, bu guzel yazı için tesekkurler..
Bilimsel bi yazı,içinden onlarca ders çıkarılabilir