Bir zamanlar benim de başıma geldi: Sevdiğim kız, bir başkasıyla evlendi.
O hissiyatı bilirim: Ağır bir yenilmişlik duygusu… Bir başkasına tercih edilmiş olmanın derin hayal kırıklığı… Gidip düğünü basacak kadar yoğun bir kızgınlıkla… naçar bir umursamazlık arasında sallanan ikircikli ruh hali… “Neden o?” sorusunda belirginleşen, kıskançlığın narsisizme dolandığı bir duygular sarmaşığı…
Düğün öncesi söyleşi
Zuhal Olcay-Haluk Bilginer çifti, özenle susmalarına rağmen, sahne ışıkları altındaki benzerleri gibi, birinci sayfalarda boşandılar.
Salı Haluk Bilginer yeniden evleniyor.
Bu düğün öncesinde ve kendisine “En iyi kadın oyuncu” ödülü getiren “Natalie” oyunu sonrasında sohbet ettik Zuhal Olcay’la…
Bir zamanlar benim hissettiklerimi hissediyor mu o da?
Kısmen…
12 yıllık bir evliliğin bitişi ardından bunları hissetmemek kabil değil.
Ama altı ay önce kendisini gözyaşına boğabilecek bir sohbeti şimdi tebessümle yapabildiğine göre fırtına dinmiş, hasar raporu çıkmış, bir defter kapanmış.
Sabahları uyanıp “Allah’ım şükürler olsun, özgürüm” diye sevindiği, “Niye daha önce kopmadım ki?” diye hayıflandığı bir dönemi yaşıyor.
“Güçlü kadın”ı mı oynuyor?
Bir oyuncuyla konuşurken bunu anlamak zor. Ama en çok hüzün yakıştırılan yüzünden huzur, neşe ve özgüven okunuyor şimdilerde…
Boşanınca gelen başarı
Bu özgüveni son dönemki başarılarına borçlu biraz da…
Şimdi yazacağımın kendisi farkında mı bilmiyorum ama Olcay’ın hayat hikayesiyle kariyer çizelgesini birlikte okuyunca insan “Ya iş ya eş” diyenlere hak veriyor.
Bilginer’den önce iki evlilik yapmış Zuhal Olcay… (Kendi tabiriyle “19 yaşından beri evli; aralıklarla…”)
Ankara Devlet Konservatuvarı’nı bitirdiği 1976 yılında sınıf arkadaşı Selçuk Yöntem’le evlenmiş.
Üç yıl süren bu evliliğin ardından işadamı Zafer Olcay’la yolları birleşmiş.
1987’de ondan da ayrılmış.
Şimdi dikkat:
Boşandığı yıl, “Martı” oyunundaki Nina rolüyle Avni Dilligil Tiyatro Ödülü’nü kazandı Olcay…
Ardından “Balkon”daki İrma rolüyle Ankara Sanat Ödülü’nü aldı.
1989’da başarılarını uluslararası alana taşıdı: “Sahte Cennete Veda” filmindeki rolüyle Almanya Altın Film Şeridi’nde En İyi Kadın Oyuncu seçildi.
Aynı yıl büyük ses getiren müzikalde Evita’yı oynadı.
Buradaki başarısıyla şarkıcılık kariyerine başladı ve 1990’da ilk albümü “Küçük Bir Öykü”yü çıkardı.
1992’de Haluk Bilginer’le evlendi.
Ödüllere bir süre ara verdi.
Şimdi ondan ayrıldıktan sonra, üç yıl uzak kaldığı sahnelere yeniden dönüyor ve uzun süre esirgenen ödüller yağmaya başlıyor yine…
Bu arada Bülent Ortaçgil’le “Başucu Şarkıları” çıkıyor ve büyük ilgi görüyor.
Görünen o ki, boşanmak Zuhal Olcay’ya yarıyor.
“Dostlar bende kaldı”
Peki neden?
Şimdi çalışmaya daha çok vakit bulduğu için mi bu başarılar?
Yoksa boşanma, başarmanın ön koşulu mu?
Belki de işimiz, ayrılık acımızı saran bir yara bandıdır. Daha çok unutmak için daha çok çalışırız. Çalıştıkça, kanayan ruhumuzu sararız.
O kanlı alın terinin tacıdır başarı…
Olcay da başında o taçla, üçüncü kez koşup geldiği başlangıç çizgisinde yenilenmiş ve mutlu görünüyor.
Tek üzüntüsü, Bilginer’le birlikte büyük emeklerle kurdukları tiyatronun eski eşinde kalması…
“Ya dostlar? Onlar kimde kaldı” diye soruyorum.
“Çoğu bende hâlâ” diyor, “biri hariç… Onun da kalbi bende, biliyorum.”
Ama “yaşadıklarından öğrendiği bir şey var”:
Artık işi, eşi, dostları ya da başkaları için yaşamıyor.
Herkesten çok kendini önemsiyor, kendine özeniyor.
Bu da boşanmayla gelen bir karar mı?
“Değil, uzun zamandır böyle…”
“Önce ben!”
Bu yaklaşıma iki kez tanık oldum, son bir yıl içinde…
İlki Mülkiyeliler Birliği gecesindeydi. Sahneye çıktığında çatal bıçak sesleri eşliğinde yemeğe devam eden Mülkiyelilere, alışılmadık bir üslupla sert çıktı Olcay;
“Madem dinlemeyecektiniz niye beni davet ettiniz?” dedi.
Birden çatal bıçak sesleri kesildi.
İkincisi, dostlarının bir araya geldiği kalabalık bir geceydi.
Kendisinden habersiz planlanmıştı. Oysa onun başka planı vardı.
“Kusura bakmayın, bu gece sizlerle birlikte olamayacağım” dedi ve gitti.
Bu iki geceyi hatırlattım.
Güldü.
“Başkalarını mutlu edebilmek için önce ben mutlu olmalıyım; doğrusu bu değil mi?” dedi.
Bir kazayla gelen değişim
Aslında o da bir zamanlar, hep başkaları için didinen ve “Hayır” diyemeyenlerdenmiş.
Değişim bir felaketle gelmiş.
1977’de Ankara-İstanbul yolunda devrilen trendeymiş Zuhal Olcay…
Orada ecelle yüzleşmiş.
Herkesin ölümlü olduğunu öğrenmiş ve “Yarın ölecek gibi” yaşamayı seçmiş.
Giderek geliştirdiği bu güçlü hissin doruğunda şimdi:
Kimseye hesap vermeden yaşıyor, sevdiklerine cömertçe açılıp, sevmediklerine duvarlar örüyor.
Ve en önemlisi kendisini eskisinden daha çok seviyor.
Meslekteki 30’uncu yılına her zamankinden güçlü giriyor.
“Çok iyiydin!”
Tam ayrılık döneminde, eşinden ayrılan bir kadını anlatan “Nathalie” oyununda rol aldı Zuhal Olcay…
Bunun yaratabileceği muhtemel çağrışımların farkında olarak, boşanan kadın rolünü Tilbe Saran’a bırakıp oyundaki “öteki kadın”ı oynamayı seçti:
“Öteki kadın” bir fahişeydi.
“Nathalie”nin konusu özetle şöyle:
Eşi Daniel’den ayrılan Sonia, intikam için bir fahişeyle (Nancy) anlaşıyor. “Nathalie” adını verdiği bu kadını sekreter rolünde eski kocasına gönderiyor. Fahişeye aşık olmasını sağladıktan sonra kaybettirip intikam almayı planlıyor.
Lakin oyun ilerledikçe kadınların içinden matruşkalar gibi farklı karakterler çıkıyor.
Hiç kocası için şarkı söylememiş bir soprano…
İçten içe sevgiyi arayan bir fahişe…
Başka bir kadının yanında, eşinin tanıdığından bambaşka birine dönüşen ve “boşanma teklifi için eşinin en dibe vurmasını bekleyen” bir adam…
Sahnede iki kişi, yedi-sekiz farklı karakteri oynamaya başlıyor.
Ve sonunda gönül işlerinin hesaba gelmediği anlaşılıyor.
Öyle ya; “Herkesin ansızın bambaşka biri olabildiği bir an ya da dönem vardır”.
Soğuk, mesafeli, güçlü sanılan insan, günün birinde üzerine yapıştırılan imajı fuzuli bir maske gibi çıkarıp bir kenara koyar ve karşınıza bambaşka bir kişilikle çıkar.
“Size nasıl yapılır bu?”
Oyunu izlerken seyirci kaçınılmaz olarak, hem sahnedeki yeni boşanmış kadının ilişkisini hem kendisininkini sorgulamaya başlıyor.
Adamın eşine söylediği yalanlar mesela…
Olcay’ı da en çok inciten onlar değil miydi?
Terk edilmekle baş edebilmek?
Belki de en zoru bu…
Tebdil-i kıyafet alışveriştesinizdir. Süpermarkette konserve seçerken tanınırsınız. Ve kaçıp durduğunuz o vahvah seansı başlar:
“Nasıl yaparlar? Hem de sizin gibi birine…”
Hoopp… Karın ağrıları en başa döner.
Ve oyunun en unutulmaz sahnesi:
Soprano kadın, gözyaşları içinde evliliğinin çöküşünü anlatırken onu en çok yaralayan şeyden söz eder:
Nasıl oynarsa oynasın, her oyundan sonra eşi ona rutin bir tonda “Çok iyiydin” demektedir.
Ama bu tebrikte içten bir yüreklendirme değil, derin bir ilgisizlik, bıkkın bir aldırmazlık alameti vardır -ki insanı hiçleştirir.
Oyunu izlerken, anlı şanlı evlilikleri deviren o kof iltifatın, üç yıl önce Zuhal Olcay’ın seslendirdiği Metin Altıok oratoryosunun kulisinde kulağımıza çalındığını anımsıyoruz:
“Çok iyiydin!
Çok iyiydin!
Çok iyiydin!”
Yazan : Can Dündar
Kaynak : Milliyet