Sözlük anlamı iki yüzlülük, sahtekarlık olan bu kadar itici gelen bir ifadenin son zamanları özetleyen bir kavram olması aslında ne kadar korkutucu değil mi? Gündelik hayatta riyakarlığa ne zaman baş vuruyoruz? Çoğunluğun riyaya başvurduğu bir dünyada bu yola başvurmadan var olmak mümkün mü? Hasan Alperoğlu bireysel ve toplumsal riyakarlığın anatomisini yazısında son derece çarpıcı bir dille ele alıyor.
Beyaz riyâkarlık…
Öyleymiş gibi yapmak, riyâkarlık, iki yüzlülük, temelde yalan söylemenin bir tiyatro eseri gibi sahneye konulmasıdır. Karşımızdakinin istediğimiz tepkiyi göstermesini sağlamak için hissetmediğimiz bir duyguyu varmış gibi göstermiş oluruz ‘mış gibi’ yaptığımızda. Bazı avantajlar elde edebilmek, amacımıza ulaşabilmek için, gerçek kendiliğimizle örtüşmeyen bir resmi yaymaya çalışırız. Her şey duygularla ilgilidir ama, tiyatro sahnesi duygu zemini üzerine kuruludur.
Egomuzun sessiz sedasız ortaya çıkmasını temin edecek olan bu minik tiyatro oyunu çok eski zamanlardan beri var olan bir fenomendir aslında. Uygarlaşma sürecinde toplumsal mücadelenin önemli araçlarından biri olmuş, insanın var olma savaşında, giderek kaba, fiziksel şiddetin yerini almıştır. İstediğini yaptırmanın aracı olarak kas gücü gittikçe daha az kullanılmaya başlanmış, onun yerini aldatma, yüze gülme, entrika, hile ve kötülük almıştır – günümüzde ‘duygusal zeka’ olarak adlandırılan şeyin oyun araçları. Şiddet uygulamanın devletin tekeline geçtiği modern zamanlarda riyâ iktidar savaşının barışçıl bir formu haline gelmiştir.
Riyânın keşfi, duygularımızı gösterdiğimizde insanları etkileyebildiğimizi ve onlara istediğimizi yaptırabildiğimizi fark etmemize dayanır. Daha az önemli olmayan başka bir keşif de, bir duyguya sahip olmak değil, sahip-miş gibi yapmanın da aynı etkiyi yaptığını fark etmektir. Askerlikte temaruz olarak adlandırılan simülasyonu kast ediyorum.
Riyânın işe yarıyor olması insanın önemli bir şeyi ayırt etme yeteneğinin sınırlı olmasına dayanır :
Gerçek ve mış gibi yapılan duyguları birbirinden ayırt edebilmek… Yapılan çalışmalar beyindeki ayna nöronların gerçek olmayan ama iyi oynanan duygulara da aynı tepkiyi verdiğini gösteriyor. Günlük hayatımızdan da uzun zamandır biliyoruz bunu. Yoksa duygusal veya acıklı bir film sahnesinde neden gözlerimiz dolsun.
Bu yeni silah yalnızca uygarlaşma sürecinde soyluların ve burjuvanın bir silahı olmamıştır. Hayatta kalmanın en çıplak mücadelesini verenler de kullanır bu silahı.
[box type=”note” ]
Friedrich Nietzsche şöyle der: “Her dilenci bir riyakârdır; mesleğinde başarıya ulaşmak isteyen herkes gibi. Yoksunluğu her an hissetmediği halde en derininde hissediyormuş gibi yapar, eğer dilenerek yaşayabilmeye devam etmek istiyorsa.”
[/box]
İllâki dilenci olmaya gerek yok. Çok daha iyi kariyer yapmış insanların da günlük davranış repertuarının önemli bir parçasıdır riyâ. Hayatını idame ettirebilmek için ne kadar çok insanı ikna etmek zorundaysa insan, o kadar çok belli duyguları oynamayı bilmelidir, yani riyâkarlığı, mış gibi yapmayı.
Dostça bir davranış biçimi, samimiyet ticari bir ilişkide gerçekten varmış gibi yapılmak zorundadır, çünkü bir malı satmanın birinci koşulu o samimi ortamı yaratabilmekten geçer.
Birey olarak, daha eski zamanlara göre daha az ya da daha çok mış gibi yapıyor değiliz belki ama medya ve pazarlama dünyası çok daha riyâkar bir kişiliğe büründü günümüzde. Reklam denen pazarlama aracı tümüyle mış gibi yapılmış, çok iyi oynanmış duygular üzerine kuruludur. Politik kampanyaları yürüten PR şirketlerinin sıradan insanın oyunu almak için baş vurduğu en önemli araçtır riyakârlık.
Peki riyakârlık her zaman ille de iğrenç midir? Şart değil. Hatta riyanın değerli, asil yanları da olabilir. Günlük ilişkilerimizde birine olan ilgimizi ya da ondan hoşlanmıyor olduğumuzu her zaman açık açık gösteremeyiz. Tam bir kaosa yol açardı böyle bir açıklık. Öyleyse ‘beyaz riyâ’ toplumsal-duygusal zekanın önemli bir ifade biçimidir. Bir mağazada satıcının nazik bir şekilde bizimle ilgilenmesi, gülümseyerek bütün kaprislerimize katlanması örneğin. Ne kadar iyi gelir hepimize. Diyebiliriz ki nezaket en hoş riyakârlık biçimidir.
Her duygu oynanabilir. En yaygın riyâ günlük sevinç gösterilerimizdir. Belki her gün hepimiz başkalarının bizi hiç ilgilendirmeyen sevinçlerini paylaşır, ne kadar memnun olduğumuzu, çok sevindiğimizi söyleyip dururuz. “İyi olduğuna çok sevindim.” deriz telefonda örneğin, “Nasılsın?” sorumuza hiç düşünmeden “İyiyim.” diye yanıt veren tanıdığımıza. O ana kadar bir saniye bile bizi düşünmemiş olan satıcılar mağazanın kapısında belirdiğimizde “Gözlerinin yollarda kaldığını” söylerler. Biz de inanmak ister, riyâyı görmezden gelir ve gülümseyerek kendimizi iyi ve önemli hissederiz.
Televizyondaki program sunucularının yüzlerine yapışan gülümsemelerini, facebook’taki tanıdıklarımızın ve hatta bizim “Bu hafta sonu çok eğlendik!” fotoğraflarını hepimiz biliriz. Bir kafede, restoranda karşılaştığımız ve 4 aydır aramayı aklımıza getirmediğimiz bir tanıdığa sımsıkı sarılıp iki yana sallanma ritüelini de. Yaşlı ve zengin teyzemizi son akşam yemeğine davet edip sırt ağrılarını saatlerce anlatmasını üzgün bir yüz ifadesiyle saatlerce dinler ve üzül-müş gibi yaparız…
Bütün o sosyal yardım aktiviteleri… Çocuklar, yaşlılar ve yardıma muhtaç olanlar için düzenlenen balo, yemek ve konserler. En nihayetinde bir şey satmak için karşılıklı bir içtenliğin sahneye konulduğu riyâkarlık örnekleri değil midir hepsi?
Ya alçakgönüllülüğe, tevazuya ne demeli? İmajımızı parlatmak için baş vurduğumuz o sadeliğe. Çünkü aklı başında bütün narsistler bilir ki, insanlar içinde mütevazi davranmak, meziyetlerimizi sayıp dökmekten, büyüklük taslamaktan daha etkileyicidir.
Birinin sevincine ortak olmak da sık sık sahneye konulan duygulardan biridir. Çünkü eğer onunla birlikte sevinmezsek, ona, inandığı veya sandığı kadar yakın olmadığımızı göstermiş oluruz. Sevincine ortak olmanın en riyâkarcası, parti, dernek ya da kulüp başkanlığı seçimlerinde gördüklerimizdir sanırım. Seçim biter, kazananla kaybeden aynı coşkuyla ve el ele kürsüye çıkarak insanları selamlar. ‘Gerçek’ yüzünü gösterip bir sonraki seçimlerdeki şansını azaltmak istemez kaybeden aday. Tanrım, sen beni bu tür bir riyakârlıktan koru!
Takdir etmek de bir çok durumda riyâkarcadır. Hasedi, hadi biraz daha yumuşak söyleyelim özenmeyi saklayan davranış biçimidir takdir etmek. En kolay ve en çok bizim için önemli olmayan, bizimle ilgisi olmayan insanları takdir ederiz.
Ya timsah gözyaşlarına ne demeli? Mezarlıkta dökülen gözyaşları, siyah gözlüklerin ardına saklanan güya kızarmış ve şişmiş gözler… Arkalardan bir yerden tutulamamış bir kahkaha yükseliverir. Bu uygunsuz durum kendi başına gelmediği için sevinir diğerleri. Neden yalnızca Almancada vardır ki Schadenfreude* kelimesi. Nedense biz Türklere daha çok yakışıyormuş gibi geliyor bana son günlerde.
Mış gibi yapmanın zirvesi, riyâyı yapanın yaptığına inanmasıdır. Gerçekten iyi bir riyâkar olabilmek, gerçeklik duygusunu kaybetmekle mümkündür. En büyük riyâkarlar başkalarını değil, kendilerini kandırabilenlerdir. Tekrar tekrar söylediklerini, yaptıklarını içselleştirip ikinci bir karakter haline getirebilenler…
En masumları faule maruz kalmış gibi kendilerini yere bırakan futbolcularken, en ürkütücü olanları siyasetçilerdir herhalde. Galatasaraylı Arif Erdem ceza sahasına girdiği an kendini bırakıverirdi yere. O kadar kendinin bir parçası olmuştu ki kendini ceza sahasında yere bırakmak, bir maçta arkasındaki adam oldukça uzakta olduğu halde salıvermişti kendini.
Egoist olmak, kendini düşünmek çok insanca. En az onun kadar insanca olan egoist gibi görünmeyi istememek. Mış gibi yapmanın en önemli hedeflerinden biridir egoist gibi görünmemek. Ama her şeye rağmen, en profesyonel riyâkarlarda bile içsel bir direnç duygusu başını kaldırır zaman zaman. Suçlu hissediverir kişi kendini. Ama insan teki her şeyle başa çıkmayı öğrendiği gibi, suçluluk duygusuyla da baş etmeyi öğrenmiştir. En önemli savunma mekanizmaları girer devreye. O iç sesi susturmak için her şeyi yapar insan. Bastırır örneğin. Ya da rasyonalize eder. Ahlâki olarak nötralize eder. Bir bakmışsınız, bir politikacı, “Hakkın bu senin!” deyivermiş kendine, onca yolsuzluktan sonra. Öyle bir hale gelir ki, her türlü riyâyı kendine hak gören o insan, bir başkası benzer bir şey yaptığında kıyameti koparır. Suçluluk duygusuyla başa çıkmanın en fütursuz yolu!
En kötüsü moral riyakârlıktır. Bütün o ahlâk bekçilerinin, dünyayı haksızlıklardan temizleme iddiasındaki siyasetçilerin, misyonerlerin, ahlâk adına hareket eden herkesin riyâkarlığı. En ilkel savunma mekanizması girer devreye burada. Splitting dediğimiz o ruhsal yarılma hali… Çifte ahlâk sahibi olan o insanlar… İçinde yaşadıkları topluma dayattıklarıyla, kendilerine hak gördükleri arasındaki büyük uçurum…
Evet bir terapist olarak anlıyorum tabii ki. Bu yarılmanın nedeni derinlerde yatan, kendilerinden duydukları o büyük memnuniyetsizlik. Giderilemeyecek eksiklik hissi, büyük boşluk duygusu. Sözünü ettiğim çifte ahlâk anlayışı, bilinçdışı riyakârlık dayanılmaz bir değersizlik duygusuyla başa çıkabilme stratejisi elbette. Ama kendine olduğu kadar, ötekine de zarar veren yanlış bir strateji. Özellikle de erke ve güce sahip insanlar tarafından baş vurulursa…
Peki var mı insanın kendini riyâkarlıktan korumasının bir yolu? Evet var galiba. Kendimizi, geçici de olsa, çekmek zorunda kaldığımız küçük ve korunaklı dünyalarımızda bu mümkün gibi. Biri “Riyâdan kaçmanın en iyi yolu içtenlik ve espridir” diyor. Galiba biraz öyle.
*Alm. Başkasının gördüğü zarardan sevinç duymak anlamına gelen çok ilginç bir kelime.
Not: Bu yazıyı kaleme almak için birkaç kaynak kitaptan yararlandım. Kaynakları öğrenmek isteyen olursa yorum/mail yoluyla bana ulaşabilir.
Yazar: Alper Hasanoğlu | Radikal
İki yüzlülük özellikle iş hayatında çok daha fazla karşılaştığımız bir şey. Tıpkı yazıda anlatıldığı gibi kendini daha iyi konuma sokacağını düşündüğü hareketler için insanoğlu onlarca pozisyon içine giriyor. Ancak en önemli şey (bence) ikiyüzlülük yaptığın anlaşıldığında karşılaşılacak tepkilerin ne olduğu?
Acaba buna değer mi?