Üniversiteden sonra ilk “gerçek” işime başladığımda, yaptığım ilk değerlendirme toplantısını hatırlıyorum. Düzenliydim, analizlerim iyiydi; fakat toplantılarda sessiz kaldığıma dair geribildirim almıştım. Konuşmamda sorun yoktu; sadece “aptal” görünmek istemiyordum. 21 yaşında biri olarak yöneticime veya müşterime zaten bilmediği neyi söyleyebilirdim ki? Danışmanlık işinde, sorular kritik önem taşıyor. Fakat soru sorduğumda, bunun beni hazırlıksız göstereceğini sanıyordum. Belki soruya çoktan yanıt vermişlerdir ve ben duymamışımdır? Başkalarının önünde “zayıf” kalmak, benim için korkutucuydu.
Gideceğim işletme okuluna yönelik nihai kararım da aslında bu gerçeğe dayanıyordu. Şirketimde çalışan bir ortağın bana Harvard Business School’dan ve buradaki benzersiz “vaka çalışması” formatından bahsettiğini hatırlıyorum: “Rahatsızlık hissedeceksin. Tanıştığın en akıllı 90 kişinin önünde ki bunlardan bazıları o alanda uzman, daha yeni okuduğun bir konu hakkında hızlı düşünmen ve özgüvenli konuşman gerekecek. İnsanları, özellikle kadınları konfor alanının dışına itiyorlar.” Bu beni ölümüne korkuttu. Harvard’a gitmeye böyle karar verdim.
“Asıl zor ve önemli olan doğru işi değil; doğru soruyu bulmaktır.” / Peter Drucker
“Sınıfta soruya cevap vermek için ayağa kaldırıldığım” durumları hatırlıyorum. (Bu bir nevi kalabalığın önünde çıplak kalmanın entellektüel haliydi.) Notların büyük bir kısmı sınıftaki katılıma, yani cevap verme ve soru sormaya bağlı olduğundan, kendimi daha göz önüne koymam gerektiğini anladım.
Sınıftaki herkes inanılmaz yetenekli ve akıllıydı. Fakat beni en çok etkileyenler, soru soranlardı. Soru sorduklarında, hatta sorunun cevabı vaka çalışmasında bahsedilen bir şeyi anlamak için bile olsa “aptal” değillerdi. Bazen sorular belirli bir konuyla ilgiliydi, bazen yürüttüğümüz tartışmanın çıkarımlarına yönelik daha geniş kapsamlı bir soruydu. Bu sorular genellikle sınıf tartışmasının odaklandığı dayanak noktasını oluşturuyordu. Bu sorular konuyu anlamaya yönelik bir anlayış oluşmasına (veya çoğunlukla olduğu gibi fikir ayrılıklaırını ortaya çıkarmaya) yardımcı oluyordu. Aynı zamanda soruyu soranların utanmadığını fark ettim; aslına bakılırsa kişi yanıtı bilmediği konusunda rahatlık hissediyorsa, soruyu daha büyük bir özgüvenle sorabiliyordu.
Amerika’da devlet okulu sistemi içerisinde yetiştiğim yıllarda, ezberci eğitim ve çoktan seçmeli sorulara dayalı bir pedagojiden, ekip çalışması, yaratıcı projeler ve bağımsız sunumların gerçekleştirildiği eleştirel düşünceye dayalı bir eğitim sistemine geçiş yaşanıyordu. Üniversiteye gittiğimde, sınıf katılımı notlarımızın yüzde 10 ila 40’ını oluşturuyordu. Bu kültürel DNA’ya yerleşti; Amerika otoriteyi sorgulamak üzerine kuruldu.
Türkiye’yle kıyaslayınca Amerika ile arasında gördüğüm en büyük farklardan biri bu. Ufak gruplar ve elipler içerisinde dağları devirebilecek nitelikte zeki, etkileyici konuşan ve güvenli insanlar gördüm. Bununla beraber, daha büyük grup forumları söz konusu olduğunda, bu kişiler sessizce oturuyorlar. Bu hazırcevap arkadaşlar, tüm şirket toplantılarında, müşteri sunumlarında, diğer şirketlerden üst düzey yöneticilerle yapılan toplantılarda şaşırtıcı biçimde sessizler. Türkler, özellikle soru-cevap oturumlarında sessiz kalıyorlar. Katılımcılarla sonrasında konuşuyorum: Neden hiçbir şey sormadın? Yanıtlar genellikle şöyle: “Dürüst davranabileceğimizi bilmiyordum”; “Hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi görünmek istemedim”; “Alışkın değilim” vb. Net sonuç şu ki katılımcılar toplantıdan ayrılıyor. Açık bir konuşma yapmak yerine, kapalı kapılar ardında fısıldaşıyorlar. Bunlar düşünceleri ileriye taşımak, daha uzun bir diyalog başlatmak; fikir birliği oluşturmaya karşı kayıp fırsatlar oluyor.
Daha önce Türkiye’de pek çok kişinin risk almaktan ve kaybetmekten korktuğunu; bunun da girişimci ekosistemi üzerindeki etkisini yazmıştım. Sonuç olarak, insanların sorunları geribildirim ve sorular yoluyla çözümlemek yerine, “radarda kalmaları” bekleniyor. Sorun çözmek veya fikir fırtınası yapmak için bile iletişim kurmaya çalışmak olumsuz algılanabiliyor (benim kabullenemediğim bir tepki). Bu nedenle, tüm yaşamları boyunca Türkiye’den hiç ayrılmamış; hiç yurtdışında yaşamamış veya çalışmamış, yahut tecrübeli olmayan kişilerin neden soru sormadığını anlıyorum. Potansiyel olarak acımasız hiyerarşik bir kültür, eğitim seviyesinin hızla düşmesiyle birleşince tamamen ezberlenmiş olguların tekrar edilmesine odaklanmak ve bağımsız düşünemeyen yandaşlar yaratmakla kalmıyor, soru sorarak başkalarının nezdinde “zayıflıkların” gösterilmemesine neden oluyor.
Bunun sadece Türkiye’ye özgü bir sorun olmadığını da belirtmeliyiz. Bu durum eğitim sisteminin ezbere ve çoktan seçmeli test sorularına dayalı, organizasyonları hiyerarşik ve performans kriterlerlerinin dengesiz olduğu herhangi başka bir ülkede de görülebilir. Şahsi olarak bu beni fazlasıyla üzüyor. Türkiye eğlence, ticaret, teknoloji ve daha birçok alanda önde gelen yabancı şirketleri çekmede şanslı. Bu yabancı şirketler Türkiye’yi artık gündemlerinde kritik bir durak olarak görüyorlar. Fakat şu haliyle pek çok zeki, meraklı Türk beyni kendini göstermiyor.
Bunun için makro bir çözüm bulunmuyor. Eğitim sistemini ve kültürünü ekbette bir gecede değiştiremeyiz. Fakat biz yöneticilerin, birey ve lider olarak yapabilecekleri, hatta yapma sorumluluğumuzun olduğu şeyler var:
- Takımınızın hipotezler oluşturabileceği ve riskler alabileceği bir ortam yaratın. Soru sormaya teşvik edildikleri ve bunun için cezalandırılmadıkları bir ortam olmalı bu.
- Yazılı ve sözlü iletişime katılımı performans kriterlerinizin bir parçası haline getirin. Bu teknik birimler için de geçerli olmalı. Periyodik gerçekleşen ekip toplantılarıyla (haberlerden veya konferanslardan) öğrenimleriniiz paylaşabileceğiniz fırsatlar yaratın, ekibinizin de bu beceri setine erişimini sağlayın.
- Toplantılarda soru sorun, sonraki adımları/düşünceleri ilerletmek için takip sorları sorun. Bununla ekibinize örnek oluşturun.
- Olumlu yönde teşvik edin. Ekibim bana açılama gerektiren bir soru sorduğunda veya doğruluğumu sorgulayanm sorular sorduklarında, onlara bunun için teşekkür ediyor; sorun çözüm sürecimizde bağımsız düşünebildikleri için takdir ediyorum.
Risk olmadığını anladığınızda, yanıttan korkmak için de sebebiniz kalmıyor. Böylece zihninizi yeni yollar keşfetmeye ve organizasyonunuzda inovasyonu teşvik etmeye açabilirsiniz.
Yazan : Peri Kadaster | HarwardBusinessReview